9 Ağustos 2014 Cumartesi

iNSAN KILIĞINDA HAYVAN VE MELEKLER

Hayalin ile Nurşin Karyesi’ndeki Seyda (K.S.) hazretlerinin meclisine git. Ve o zatın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine
bir bak! O zat-ı kerimin irşadıyla, fukara elbisesine bürünmüş sultanları ve insan libasını giymiş melaikeleri gör.


Sonra bu hakikatı müvazene etmek üzere Paris’e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, onlar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî Âdem suretine girmiş birer ifrittirler. (Mesnevî-i Nuriye Tercüme: A. Badıllı sh: 179)


 


…Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.


    O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir,
insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır
. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. Sunuhat Tuluat İşarat 40 p1


 


…bîçare insan! Bil ki: Kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değil. Çünki insan eğer insan olmazsa,
şeytan bir hayvana
inkılab eder
. İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır… Lemalar 120 pson


 


İşte o zaman müşahede ettim ki; ehl-i medeniyetin terakki diye zu’mettikleri şey, ancak bir sukuttur.. Ve iktidar diye zannettikleri iş,
ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır.. Ve intibah diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaflette bir batmaktır.. Ve nezaket dedikleri mes’ele, nifakî bir
riyadır
.. Ve zekâvet diye gururlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir.. Ve insaniyet diye tahmin ettikleri şey, ancak insaniyetin hayvaniyete bir inkılabıdır.



Ancak ne varki, bu âsi şahs-ı sâkıtın nuranî latifeleri, zulmanî olan nefsiyle bulaştığı için, onun nefsi ona dünyevî letafet ve cazibedar levhaları irae ederek aldatır.( Mesnevî-i Nuriye Tercüme: A. Badıllı 210)


 




8 Ağustos 2014 Cuma

28.Mektub 6.Risale olan 6.Mes’ele

28.Mektub 6.Risale olan 6.Mes’ele


(Haremeyn-i Şerifeyn’e Vehhabîlerin tasallutuna dairdir)


 ‌بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ‌


 


‌وَ اتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً‌


Aziz kardeşim! Haremeyn-i Şerifeyn’in Vehhabîlerin eline geçmesi ve onların eazım-ı İslâmın türbeleri hakkındaki tahribkârane hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir? diye sual ediyorsunuz.


Elcevab: Şu hâdise âlem-i İslâmın siyasetine ve hayat-ı içtimaiyesine taalluk ettiği için Yeni Said kafasıyla cevab veremiyorum. Çünki şimdi daire-i nazarım başka ufuktadır. Fakat hiç kırmadığım ve daima faidesini gördüğüm mübarek hatırın için Eski Said kafasını muvakkaten başıma sıkılarak giyerek şu Altıncı Mes’eleyi dört muhtasar nüktelerle beyan edeceğiz.

Birinci Nükte: Şu Vehhabî mes’elesinin kökü derindir. An’anesi zaman-ı Sahabeden başlayarak gelmiş. İşte o an’ane üç uzun esaslarla gelmiştir:

Birincisi:
Hz. Ali (R.A.), Vehhabîlerin ecdadından ve ekserisi Necid sekenesinden olan Hâricîlere kılınç çekmesi ve Nehrüvan’da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine hem din namına Şîalığın aksine olarak Hz. Ali’nin (R.A.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adavet tevellüd etmiştir.
Hz. Ali (R.A.) “Şâh-ı Velayet” ünvanını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücu’ etmesi cihetinden Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhabîlerde ehl-i velayete karşı bir inkâr, bir tezyif damarı yerleşmiştir.


 


İkincisi:
Müseylime-i Kezzab’ın fitnesiyle irtidada yüz tutan Necid havalisi, Hz. Ebu Bekir’in (R.A.) hilafetinde Hâlid İbn-i Velid’in kılıncıyla zîr ü zeber edildi. Bundan Necid ahalisinin Hulefa-yı Raşidîn’e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaata karşı bir iğbirar seciyelerine girmişti.
Hâlis müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdadlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar. Nasılki ehl-i İran’ın, Hz. Ömer’in (R.A.) âdilane darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar, Âl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hz. Ömer’e (R.A.) ve Hz. Ebu Bekir’e (R.A.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaata daima müntakimane fırsat buldukça tecavüz etmişler.


 


Üçüncü Esas: Vehhabîlerin azîm imamlarından ve acib dehaları taşıyan meşhur İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyım-il Cevzî gibi zâtlar, Muhyiddin-i Arab (K.S.) gibi azîm evliyaya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünnet’i Şîalara karşı Hz. Ebu Bekir’in (R.A.), Hz. Ali’den (R.A.) efdaliyetini müdafaa ediyorum diyerek Hz. Ali’nin (R.A.) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arab gibi çok evliyayı inkâr ve tekfir ediyorlar. Hem Vehhabîler, kendilerini Ahmed İbn-i Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbn-i Hanbel hazretleri bir milyon hadîsin hâfızı ve râvisi ve şiddetli olan Hanbelî Mezhebi’nin reisi ve halk-ı Kur’an mes’elesinde cihanpesendane salabet ve metanet sahibi bir zât olduğundan onun bir derece zahirî ve mutaassıbane ve Alevîlere muhalefetkârane mezhebinden din namına istifade edip bir kısım evliyanın türbelerini tahrib ediyorlar. Ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.

İkinci Nükte: Şu Vehhabî mes’elesinin âlem-i İslâm’ın an’anesi itibariyle nasılki üç esası var. Öyle de, âlem-i insaniyet itibariyle dahi üç esası vardır:


 


Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesi noktasında bakılsa görülüyor ki; hayat-ı içtimaiye-i siyasiye itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş. Birinci devri:
Vahşet ve bedevilik devri.


İkinci devri: Memlukiyet devri.


Üçüncü devri: Esir devri.


Dördüncüsü: Ecîr devri.


Beşincisi: Mâlikiyet ve serbestiyet devridir.


Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş, nim-medeniyet devri açılmış. Fakat nev’-i beşerin zekileri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memluk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlukler dahi bir intibaha düşüp gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler. Yani memlukiyetten kurtulup, fakat “El-hükmü lil-galib” olan zalim düsturuyla yine insanların kavîleri, zayıflarına esir muamelesi yapmışlar. Sonra İhtilâl-i Kebir gibi çok inkılablarla o devir de ecîr devrine inkılab etmiş. Yani, zenginler olan havass tabakası, avamı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahibleri ehl-i sa’y ü ameli, küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir. Bu devirde sû’-i istimalat o dereceye vardı ki: Bir sermayedar kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı
halde, bir
bîçare amele sabahtan akşama kadar taht-el arz madenlerde çalışıp kût-u lâyemût derecesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müdhiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avam tabakası havassa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tabiriyle sosyalistlik, bolşeviklik suretinde evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen harb-i umumîden istifade ederek her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyam-ı avam, havassa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havassa ait medar-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş.


 


İkinci Esas: Şu asır menfî milliyeti çok ileri sürdü. Anasır-ı İslâmiye hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körükörüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesat-ı diniyeye hürmetkâr olamıyor. Bahaneler buldukça ilişmek istiyor.


 


Üçüncü Esas: Sükût _____________

Üçüncü Nükte:
Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlub ise,
o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakikat neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır.
Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalalet olur. İşte bu kaideye binaen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat menfî ciheti, ya garaz veya inad gibi bir sebeble o mesleğin âsârı, dalalet hesabına çalışmıştır.


 


Meselâ:
Şîalar, Kur’anın emrine imtisalen Ehl-i Beyt’in muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliye cihetinden bir garaz gelerek meşru’ muhabbet-i Ehl-i Beyt’in âsârını zabtederek, Sahabe ve Şeyheyn’in buğzuna bina edip âsâr göstermişler.
‌لاَ لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ‌


olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlar. Hem meselâ, Vehhabîler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriata ve sarih âyâta ve zevahir-i ehadîse istinad ederek, hâlis tevhide münafî ve sanemperestliği îma edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat Birinci Nükte’deki üç esasta beyan edilen sebebler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip dalalete saptırmış ki, ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hâkezâ, Cebrî olsun, Mu’tezile olsun, hangi fırka olursa olsun, böyle bir hakikatı mesleğinde görüp, onunla aldanıp sonra dalalete saplanır.


 


Her ne ise … Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binaen sâdâttan olan Şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaattan iken za’f gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyn’e müstebidane girmesine meydan verdi.
Nass-ı âyetle küffarın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyn’i, İngiliz siyasetinin âlem-i İslâm’ı aldatacak bir surette merkez-i siyasîsi hükmüne getirmesine yol verdiğinden,
ehl-i bid’attan olan Vehhabîler, hâriçten medar-ı istinad aramıyarak filcümle nim-müstakil bir siyaset-i İslâmiye takib ettiklerinden;
şu cihette haklı olarak, o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler, denilebilir.

Dördüncü Nükte: Esbab tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbabın hâlis malı değil; belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise, hikmet-i İlahiye ile hükmeder. Öyle ise bu Vehhabî hâdisesine, yalnız Vehhabîlerin Ehl-i Sünnet’e karşı müfritane bir tecavüz nazarıyla bakmıyacağız. Belki Ehl-i Sünnet bir sû’-i hareketiyle kadere fetva vermiş ki,
Vehhabîleri Ehl-i Sünnet’e taslit etmiş.

Vehhabîler zulmeder, çünki hem çok müfritane, hem intikamkârane, hem
Hâricîlik namına ettikleri için cinayet ediyorlar. Fakat kader-i İlahî üç sebebe binaen adalet eder:


 


Birincisi:
Hadîs-i Sahih ile sabit olan ziyaret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iyye
sû’-i istimal edildi. Gayr-ı meşru’ hâdiseler zuhura geldi. Hususan evliyaların makberlerine karşı hürmet ise, mana-yı harfî cihetiyle kalmadı; mana-yı ismî derecesine çıktı. Yani sırf Cenab-ı Hak hesabına, makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve manevî duasına mazhar olmak için olan meşru’ hürmetten ziyade, o kabir sahibini âdeta sahib-i tasarruf ve kendi kendine meded verecek bir kudret sahibi tasavvur edip âmiyane, cahilane takdis edildi. Hattâ o dereceye varmış ki; namaz kılmayanlar, o maruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritane hal, kadere fetva verdi ki; o muhribi onlara musallat etsin. Fakat o muhrib dahi onları ta’dil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp bilakis o da tefrit edip, köküyle kesmeye başladı. Elbette
‌اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللّٰهِ يَنْتَقِمُ بِهِ ثُمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ‌

kaidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.

İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbab-ı zahiriye, hakikî telakki ediliyor. İnsanlar esbaba yapışıyor. Eğer esbab-ı zahiriye bir âyine hükmünden çıkıp, nazar-ı dikkati kendine celbetse, tevhid-i hakikîye münafî olur.


 


İşte şu gafil, maddî asırdaki insanlar mütedeyyin de olsa, esbaba fazla sarılmalarına, hikmet-i şer’iye müsaade etmiyor. İşte buna binaen evliyanın ve eazım-ı İslâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyaretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye şu zamanda pek muvafık düşmediğinden; kader-i İlahî onu ta’dil etmek istedi ki, bunları musallat etti.


 


Üçüncüsü:
Şu asırda enaniyet o derece dizginini eline almış ki, çok insanlar birer küçük firavun ve birer küçük nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet ve bu mağrur ehl-i enaniyet nazarında kıyas-ı binnefs olarak, eazım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını hâşâ enaniyetle itham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalalet kendileri Allah’ı tanımadıkları için çok şeylere, çok zâtlara birer nevi rububiyet tahayyül ettikleri bir hengâmda ve sanemperestliğin başka bir nev’i olan heykelperestlerin ve suretperestlerin gayet müdhiş bir riyakârlık manasında olan şan ü şeref peşinde koştukları bir zamanda; eazım-ı İslâmiyenin türbelerine cahilane ve müfritane bir surette avamların takdis derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer’iye noktasında kader münasib görmedi ki, bu muhribleri Ehl-i Sünnet’e taslit etti. Onlarla ta’dil edecek.


 


Fakat Vehhabîlerin seyyiat ve tahribatlarıyla beraber medar-ı şükran bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahribkârane olan seyyiatlarına mukabil o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki: Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına tatbik-i harekete çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaydlık etmiyorlar. Güya dinin taassubu nâmına tecavüz ediyorlar. Başkalar gibi, dinin ehemmiyetsizliğine binaen şeair-i diniyeyi tahrib etmiyorlar. Hem Vehhabîlik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebiri içinde ya erir, ya itidale gelir. Çünki menbaı hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbaı hâriçte olsa idi, çok düşündürecekti


 


Matbu Osmanlıca Mektubat 524


 


 



28.Mektub 6.Risale olan 6.Mes’ele

1911 Şam Hutbesi Tarihçesi

1911 Şam Hutbesi Tarihçesi


Şam’a gelişi ve Câmi-i Emeviye’de muhteşem bir hutbe ile İslâm Âleminin dertlerini ortaya koyması ve hal çarelerini göstermesi…


1910 yılının kışında Diyarbakır‘dan Urfa‘ya gelen ve bir hafta kalan Bediüzzaman Hazretlerinin buradan Birecik‘e sonra Gaziantep‘e, sonra Kilis‘e, oradan da Halep ve 1911 yılının başlarında Şam’a gittiği biliniyor.


Bediüzzaman Saidi Kürdî ismiyle, şöhreti Şam ulemâsınca da duyulan Üstad Şam‘a vardığında, Salihiye Mahallesi Kasyon Dağı eteğinde medfun bulunan Mevlânâ Halid Hazretleri‘nin türbesi civarında bir yerde misafir kalmıştır.


1327 Rumî senesinin başı olan Mart ayı içinde yani 1911′in üçüncü ayı içinde, Şam ulemâsının ısrarıyle bir Cuma Hutbesini kendisinin okumasını teklif ederler. Bu ısrarlı teklif karşısında Bediüzzaman Hazretleri Emeviye Camii‘nin minberine çıkar ve ebediyen yaşıyacak olan manidar ve İslâm Âlemi’nin her zaman dersi olacak azim hutbesini Arapça olarak irad eder. O günü Emevî Camii çok mahşeri bir kalabalığa, sahne olur. Onbin insan ve içinde en az yüz ulemâ olan muazzam bir cemaat Bediüzzaman’ın irad ettiği hutbesini dinler.Bu hutbenin Arapça aslı fazla büyük ve uzun değildir. Orta boy yirmi üç sahifeliktir.


Şam Hutbesinin Arapçasının, Şam’da bir hafta içerisinde iki defa basıldığı yazılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri Şam’dan İstanbul’a döndüğünde de iki defa basılmıştır. Elde bulunan ikinci baskısı 1912′de İstanbul Ebuzziya Matbaasında, Teşhis’ül İllet isimli zeyli olan milliyet ve din mevzuunu mukayese eden risaleyle birlikte basılmıştır.Şam’dan İstanbul’aHazreti Bediüzzaman, İslâm aleminin mühim bir merkezi olan Şam’da fazla durmadan İstanbul’da hükûmette mühim mevkiler işgal eden hamiyetperver Ahrarlara gidip tekrar Medresetüz Zehra‘sının, fiile çıkmayan tasavvurunu fiile çıkarmak üzere, 1911 yılı baharı sonunda İstanbul’a tekrar gider.


Böylece 1910 yılının İlkbaharında Bediüzzaman’ın İstanbul’dan ayrılıp Şark’a gitmesi vaki’ olduğu gibi, 1911‘in İlkbaharında da, yani tam bir sene sonra tekrar İstanbul’a dönüşü gerçekleşmiştir.


İstanbul’a geldiğinde Sultan Reşad’ın cülûsü hümayunu (tahta geçiş günü) olan 27 Nisan 1911‘deki ikinci senei devriyesi merasimine katılır.


Hutbe-i Şamiyyenin Türkçe’ye Çevrilmesi


Bu tarihten Otuz sene sonra, yani 1951′de onun müellifi tarafından Arapça Hutbei Şamiye, Türkçeye tercüme edilerek genişletildi. Ve Osmanlıca olarak teksir makinasiyle, müellifin bir kısım eski makale ve nutukları da eklenerek bir kaç defa çoğaItıldı. 1952′de müellifin kardeşi Molla Abdülmecid tarafından bu geniş şekliyle olan Hutbei şamiye Türkçe’den Arapçaya tercüme edilerek Türkiye’de, Suriye’de ve Mısır’da bir kaç defa  basıldı. 1973 senesinde de Asım Hüseynî tarafından Türkçesinden yeniden Arapça’ya güzel bir üslûb ile tercüme edildi. Ve birkaç kez basıldı. İşte Hutbei Şamiye‘nin tarihçesi…


(Mufassal Tarihçe-i Hayat’tan telhisen alınmıştır.)


 


 





1911 Şam Hutbesi Tarihçesi