14 Aralık 2014 Pazar

İsim-Fiil

isim-fiil


Dosyayı indirmek için tıklayıp büyük görünümden sonra FARKLI KAYDET’i  Tıklayın.



İsim-Fiil

10 Ekim 2014 Cuma

Tarikat -11) EHL-İ TARİK ZATLAR RİSALE-İ NUR’DAN İSTİFADE ETMELİDİR.

Tarikat -11) 


EHL-İ TARİK ZATLAR RİSALE-İ NUR’DAN İSTİFADE ETMELİDİR.


Nurlar, mektebleri tam nurlandırmağa başladı. Mekteb şakirdlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahib ve naşir ve şakird eyledi. İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahib çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok ülemalardan Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar. Şimdi en mühim tekyeler ehli, ehl-i tarîkattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahib çıkmaları lâzım ve elzemdir. (Haşiye): İşte mühim bir nümunesi: Seydişehir’li Hacı Abdullah’ın bütün mensubları, hem Kastamonu’da, hem Isparta’da, hem Eskişehir’de Risale-i Nur dairesini kendi tarîkat daireleri telakki etmişler ki, onlardan Nurlara rastlayanlar, takdirkârane sahib çıkıyorlar. Onlara bin bârekâllah! Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatını düşünüp “Tarîkat zamanı değil, bid’alar mani’ oluyor” dedim. Fakat şimdi Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün oniki büyük tarîkatın hülâsası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarîkat ehli kendi tarîkatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarîkatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlub olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerektir. Emirdağ Lahikası II/53 p son


Risale-i Nur’u kadın, erkek, memur ve esnaf, âlim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor.Kendi istidadları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, feylesoflar okuyorlar. Bu münevver sınıflar fevkalâde istifade ettikleri gibi; Risale-i Nur’un hârikulâdeliğini ve te’lif san’atındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına sahib oluyorlar. Şualar 549 p son




Tarikat -11) EHL-İ TARİK ZATLAR RİSALE-İ NUR’DAN İSTİFADE ETMELİDİR.

25 Eylül 2014 Perşembe

Tarikat -3 )TARİKAT MESLEĞİNDE KALB ESASTIR

3- TARİKAT MESLEĞİNDE KALB ESASTIR


Mesnevi-i Nuriye’de sahife 7 de; Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi” sahife 252 de ;
Tasfiye ve işraka
müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.”


hem T.H 695 de; “…kalb yoluyla giden ehl-i tasavvuf…”


ve dahi
Emirdağ Lahikası I / 242 geçen
“Seyr-ü sülûk-ü kalbî ile tarîkat mesleğinde”



gibi cümlelerden anlaşılacağı üzere Tarikat mesleğinde kalb esastır. Mürşidler, müridlerin aklî olarak iknalarını düşünmezler. Yani aklı sarf-ı nazar ederek müridin sadece kalbi inkişaflarını temine çalışırlar. Bu esasın muktazisi olarak müridlerin imanî bir mes’eledeki kanaatleri ancak mürşidlerinin yüksek makamı ve mes’elelerdeki hükümlerine bağlıdır. Emirdağ Lahikasında bu durum şöyle anlatılır;


…büyük kutbun müridlerinin kanaat-ı kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde
makamı
ve mes’elelerde hükümleri… Emirdağ Lahikası I / 91 p1


Keza tarikattaki mezkûr esasın mukteziyatından biri de kaziye-i makbule diye tabir olunan büyük zatların sözlerini delilsiz olarak kabul etmektir. Şöyle ki;


Hattâ İlm-i Mantık’ta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri; yani büyük zâtların delilsiz
sözlerini kabul
etmektir… Emirdağ Lahikası I / 91 p1




Tarikat -3 )TARİKAT MESLEĞİNDE KALB ESASTIR

Tüm Osmanlıca Dosyalar

Osmanlıca Dosyalar


     İçerisindekiler    


9.Söz


14.Söz


15.Söz


26.Söz


29.Söz


30.Söz


31.Söz


Küçük Sözler


Gençlik Rehberi


23. Lem’a


osmanlica-dosyalar


İndirmek İçin Tıklayınız…





Tüm Osmanlıca Dosyalar

23 Eylül 2014 Salı

BİRDEN FAZLA İSİMLE ANILANRİSALELER

BİRDEN FAZLA İSİMLE ANILAN RİSALELER


risaleler


İndirmek İçin Tıklayınız.


 





BİRDEN FAZLA İSİMLE ANILANRİSALELER

TARİKATIN GAYESİ VE BAZI HASİYETLERİ

2-TARİKATIN GAYESİ VE BAZI HASİYETLERİ


Tarikat mesleğinin esas ve maksatlarını Üstad hazretlerinin Telvihat-ı Tis’a adlı eserine havale edip, derlememizin bu bölümünde yalnızca denizden bir katre misüllu tarikatın gayesini ve bazı hasiyetlerini
zikredeceğiz. Şöyle ki;


    Bediüzzaman Hazretleri Telvihat-ı Tis’a Risalesinin başında, tarikat mesleğinde esas maksadın, marifet ve imani hakikatlerin inkişafı olduğunu şöyle izah eder ;


Tarîkatın gaye-i maksadı,
marifet
ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece
şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye
mazhariyet
; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir. Mektubat 443 p3


 


Üstad hazretleri, Tarikatın pek çok faide ve semerelerinden birini Mektubat’ında şöyle anlatır;


 


Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir müslüman olmak; yani yalnız surî değil, belki hakikat-ı imanı ve hakikat-ı İslâmı kazanmak; yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ine abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle,
benî-Âdem’in melaikeye rüchaniyetini isbat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir. Mektubat 457 p3


 


Mektubat’ta Ehl-i tarikat zatların, seyr-u süluk-u ruhani neticesinde imanlarını hakkalyakin derecesine çıkardıkları şöyle anlatılır;


Ehl-i velayet nasılki seyr ü sülûk-u ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye
kadar bir terakki ile, derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn
derecesine çıkıyor… Mektubat 306 p4


Tarikat mesleğinde bir mürşide bağlanıp, onun daire-i irşadına giren zata mürid denir. Bu meslekte müridin, mürşidinden istifazası ve bu sayede manen terakkisi, onun mürşidine karşı hüsn-ü zannına ve sadakatine bağlıdır. Bu sebeple eskiden beri müridler, şeyhleri hakkında pek fazla hüsn-ü zan beslerler. Bu husus Tarihçe-i Hayatta şöyle izah edilir;


Eski zamandan beri çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri,
dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkid edilmezdi… Tarihçe-i Hayat 486 p son


Ayrıca Üstad hazretleri kardeşi Molla Abdullah (R.H)’la olan bir muhaveresini anlatırken mevzuumuzla alakalı şunları söyler;


O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin (Kuddise Sırruhu)nun has müridi idi.
Ehl-i tarîkatça,
mürşidinin hakkında müfritane muhabbet
ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a’zam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti. Kastamonu Lahikası 88 p4


Birçok meziyata malik tarikat mesleğine, zamanla naehillerin girmesi neticesinde bazı su-i istimaller meydana gelmiştir. Bazı zahir ulema ve bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar ise gördükleri bazı hatiat ve su-i istimalatı bahane ederek bu ulvi mesleğe taarruz etmişlerdir. Bediüzzaman hazretleri bununla alakalı olarak tarikatın hasenatının seyyiatına nisbeten çok daha fazla olduğunu nazara vererek şu izahı yapar;


Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bahirdir. Evet nasılki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyetin bir sırr-ı kemali ve medar-ı envârı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.


İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envârdan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zahirî üleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû’-i istimalâtı ve bir kısım hatiatı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba’ını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler. Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Madem adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat’iyyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; surî, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz.
Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve
kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.


Birşey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla,
tarîkat mahkûm olamaz.
Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyeden bir kal’asıdır. Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin
kuvvet-i imaniyeleri

ve marifet-i İlahiyeden gelen bir
muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.


İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz? Mektubat 444 p son


 


 


 




 



TARİKATIN GAYESİ VE BAZI HASİYETLERİ

17 Eylül 2014 Çarşamba

Tarikat Nedir ? Tasavvuf Nedir ?

TARİKAT


1- TARİKAT NEDİR?


Tarîk kelime itibariyle yol, Tarîkat ise
tarz, meslek ve din hayatında takib edilen metod manasındadır. Tarikatın Istılahi manası ise: Yeme, içme, uyuma gibi hayati ihtiyaçlarda azaltma ve dünya alâkalarını kesmek gibi çarelerle nefsanî istek ve meyilleri kesmek
ve böylece
nefsi terbiye etmek için ve kalbî ve manevî hisleri
geliştirmek gayesiyle hakikî bir mürşid zâtın kurduğu dinî bir mesleği ifade eder.


Bediüzzaman hazretleri mektubatında şöyle der;
“Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler
Kur’andan alınmıştır
. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından
daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor.(Mektubat 458 p1) Bu ifadeden anlaşılacağı üzere kişiyi Allah’a ulaştıracak pek çok “tarîk” yani yol vardır. Ve bu hak tariklerin her birinin menbaı Kur’an-ı Azimüşşan’dır.


Bu yolların genel olarak dört nev’i olduğuna değinen Üstad hazretleri Mesnevi-i Nuriye’de şunları söyler;


Marifet-i Sâni’ denilen kemalât arşına uzanan mi’racların usûlü dörttür:


Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.


İkincisi: İmkân ve hudûsa mebni mütekellimînin tarîkıdır.


Bu iki asıl, çendan Kur’andan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için
uzunlaşmış ve müşkilleşmiş,
evhamdan masun kalmamışlar.


Üçüncüsü: Şübehat-âlûd hükema mesleğidir.


Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’aniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’anîdir.


Mesnevi-i Nuriye 252 p2


Kur’an-ı Azimüşşan’dan alınan bu yollardan birisi yaklaşık bin yıldır İslamiyet’e hizmet eden ve bu milletin ekser ecdadının bağlandığı, “tarîkat” veya “tasavvuf” namıyla me’luf olan ulvi bir meslektir.


 



Tarikat Nedir ? Tasavvuf Nedir ?

9 Ağustos 2014 Cumartesi

iNSAN KILIĞINDA HAYVAN VE MELEKLER

Hayalin ile Nurşin Karyesi’ndeki Seyda (K.S.) hazretlerinin meclisine git. Ve o zatın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine
bir bak! O zat-ı kerimin irşadıyla, fukara elbisesine bürünmüş sultanları ve insan libasını giymiş melaikeleri gör.


Sonra bu hakikatı müvazene etmek üzere Paris’e de git. Ve onların büyüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, onlar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî Âdem suretine girmiş birer ifrittirler. (Mesnevî-i Nuriye Tercüme: A. Badıllı sh: 179)


 


…Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.


    O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir,
insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır
. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. Sunuhat Tuluat İşarat 40 p1


 


…bîçare insan! Bil ki: Kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değil. Çünki insan eğer insan olmazsa,
şeytan bir hayvana
inkılab eder
. İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır… Lemalar 120 pson


 


İşte o zaman müşahede ettim ki; ehl-i medeniyetin terakki diye zu’mettikleri şey, ancak bir sukuttur.. Ve iktidar diye zannettikleri iş,
ancak bir ibtizaldir, bayağılıktır.. Ve intibah diye dem vurdukları emir, ancak nevm-i gaflette bir batmaktır.. Ve nezaket dedikleri mes’ele, nifakî bir
riyadır
.. Ve zekâvet diye gururlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî desiselerdir.. Ve insaniyet diye tahmin ettikleri şey, ancak insaniyetin hayvaniyete bir inkılabıdır.



Ancak ne varki, bu âsi şahs-ı sâkıtın nuranî latifeleri, zulmanî olan nefsiyle bulaştığı için, onun nefsi ona dünyevî letafet ve cazibedar levhaları irae ederek aldatır.( Mesnevî-i Nuriye Tercüme: A. Badıllı 210)


 




8 Ağustos 2014 Cuma

28.Mektub 6.Risale olan 6.Mes’ele

28.Mektub 6.Risale olan 6.Mes’ele


(Haremeyn-i Şerifeyn’e Vehhabîlerin tasallutuna dairdir)


 ‌بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ‌


 


‌وَ اتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً‌


Aziz kardeşim! Haremeyn-i Şerifeyn’in Vehhabîlerin eline geçmesi ve onların eazım-ı İslâmın türbeleri hakkındaki tahribkârane hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir? diye sual ediyorsunuz.


Elcevab: Şu hâdise âlem-i İslâmın siyasetine ve hayat-ı içtimaiyesine taalluk ettiği için Yeni Said kafasıyla cevab veremiyorum. Çünki şimdi daire-i nazarım başka ufuktadır. Fakat hiç kırmadığım ve daima faidesini gördüğüm mübarek hatırın için Eski Said kafasını muvakkaten başıma sıkılarak giyerek şu Altıncı Mes’eleyi dört muhtasar nüktelerle beyan edeceğiz.

Birinci Nükte: Şu Vehhabî mes’elesinin kökü derindir. An’anesi zaman-ı Sahabeden başlayarak gelmiş. İşte o an’ane üç uzun esaslarla gelmiştir:

Birincisi:
Hz. Ali (R.A.), Vehhabîlerin ecdadından ve ekserisi Necid sekenesinden olan Hâricîlere kılınç çekmesi ve Nehrüvan’da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine hem din namına Şîalığın aksine olarak Hz. Ali’nin (R.A.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adavet tevellüd etmiştir.
Hz. Ali (R.A.) “Şâh-ı Velayet” ünvanını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücu’ etmesi cihetinden Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhabîlerde ehl-i velayete karşı bir inkâr, bir tezyif damarı yerleşmiştir.


 


İkincisi:
Müseylime-i Kezzab’ın fitnesiyle irtidada yüz tutan Necid havalisi, Hz. Ebu Bekir’in (R.A.) hilafetinde Hâlid İbn-i Velid’in kılıncıyla zîr ü zeber edildi. Bundan Necid ahalisinin Hulefa-yı Raşidîn’e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaata karşı bir iğbirar seciyelerine girmişti.
Hâlis müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdadlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar. Nasılki ehl-i İran’ın, Hz. Ömer’in (R.A.) âdilane darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar, Âl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hz. Ömer’e (R.A.) ve Hz. Ebu Bekir’e (R.A.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaata daima müntakimane fırsat buldukça tecavüz etmişler.


 


Üçüncü Esas: Vehhabîlerin azîm imamlarından ve acib dehaları taşıyan meşhur İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyım-il Cevzî gibi zâtlar, Muhyiddin-i Arab (K.S.) gibi azîm evliyaya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünnet’i Şîalara karşı Hz. Ebu Bekir’in (R.A.), Hz. Ali’den (R.A.) efdaliyetini müdafaa ediyorum diyerek Hz. Ali’nin (R.A.) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arab gibi çok evliyayı inkâr ve tekfir ediyorlar. Hem Vehhabîler, kendilerini Ahmed İbn-i Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbn-i Hanbel hazretleri bir milyon hadîsin hâfızı ve râvisi ve şiddetli olan Hanbelî Mezhebi’nin reisi ve halk-ı Kur’an mes’elesinde cihanpesendane salabet ve metanet sahibi bir zât olduğundan onun bir derece zahirî ve mutaassıbane ve Alevîlere muhalefetkârane mezhebinden din namına istifade edip bir kısım evliyanın türbelerini tahrib ediyorlar. Ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.

İkinci Nükte: Şu Vehhabî mes’elesinin âlem-i İslâm’ın an’anesi itibariyle nasılki üç esası var. Öyle de, âlem-i insaniyet itibariyle dahi üç esası vardır:


 


Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesi noktasında bakılsa görülüyor ki; hayat-ı içtimaiye-i siyasiye itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş. Birinci devri:
Vahşet ve bedevilik devri.


İkinci devri: Memlukiyet devri.


Üçüncü devri: Esir devri.


Dördüncüsü: Ecîr devri.


Beşincisi: Mâlikiyet ve serbestiyet devridir.


Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş, nim-medeniyet devri açılmış. Fakat nev’-i beşerin zekileri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memluk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlukler dahi bir intibaha düşüp gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler. Yani memlukiyetten kurtulup, fakat “El-hükmü lil-galib” olan zalim düsturuyla yine insanların kavîleri, zayıflarına esir muamelesi yapmışlar. Sonra İhtilâl-i Kebir gibi çok inkılablarla o devir de ecîr devrine inkılab etmiş. Yani, zenginler olan havass tabakası, avamı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahibleri ehl-i sa’y ü ameli, küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir. Bu devirde sû’-i istimalat o dereceye vardı ki: Bir sermayedar kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı
halde, bir
bîçare amele sabahtan akşama kadar taht-el arz madenlerde çalışıp kût-u lâyemût derecesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müdhiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avam tabakası havassa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tabiriyle sosyalistlik, bolşeviklik suretinde evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen harb-i umumîden istifade ederek her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyam-ı avam, havassa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havassa ait medar-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş.


 


İkinci Esas: Şu asır menfî milliyeti çok ileri sürdü. Anasır-ı İslâmiye hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körükörüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesat-ı diniyeye hürmetkâr olamıyor. Bahaneler buldukça ilişmek istiyor.


 


Üçüncü Esas: Sükût _____________

Üçüncü Nükte:
Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlub ise,
o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakikat neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır.
Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalalet olur. İşte bu kaideye binaen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat menfî ciheti, ya garaz veya inad gibi bir sebeble o mesleğin âsârı, dalalet hesabına çalışmıştır.


 


Meselâ:
Şîalar, Kur’anın emrine imtisalen Ehl-i Beyt’in muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliye cihetinden bir garaz gelerek meşru’ muhabbet-i Ehl-i Beyt’in âsârını zabtederek, Sahabe ve Şeyheyn’in buğzuna bina edip âsâr göstermişler.
‌لاَ لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ‌


olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlar. Hem meselâ, Vehhabîler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriata ve sarih âyâta ve zevahir-i ehadîse istinad ederek, hâlis tevhide münafî ve sanemperestliği îma edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat Birinci Nükte’deki üç esasta beyan edilen sebebler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip dalalete saptırmış ki, ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hâkezâ, Cebrî olsun, Mu’tezile olsun, hangi fırka olursa olsun, böyle bir hakikatı mesleğinde görüp, onunla aldanıp sonra dalalete saplanır.


 


Her ne ise … Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binaen sâdâttan olan Şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaattan iken za’f gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyn’e müstebidane girmesine meydan verdi.
Nass-ı âyetle küffarın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyn’i, İngiliz siyasetinin âlem-i İslâm’ı aldatacak bir surette merkez-i siyasîsi hükmüne getirmesine yol verdiğinden,
ehl-i bid’attan olan Vehhabîler, hâriçten medar-ı istinad aramıyarak filcümle nim-müstakil bir siyaset-i İslâmiye takib ettiklerinden;
şu cihette haklı olarak, o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler, denilebilir.

Dördüncü Nükte: Esbab tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbabın hâlis malı değil; belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise, hikmet-i İlahiye ile hükmeder. Öyle ise bu Vehhabî hâdisesine, yalnız Vehhabîlerin Ehl-i Sünnet’e karşı müfritane bir tecavüz nazarıyla bakmıyacağız. Belki Ehl-i Sünnet bir sû’-i hareketiyle kadere fetva vermiş ki,
Vehhabîleri Ehl-i Sünnet’e taslit etmiş.

Vehhabîler zulmeder, çünki hem çok müfritane, hem intikamkârane, hem
Hâricîlik namına ettikleri için cinayet ediyorlar. Fakat kader-i İlahî üç sebebe binaen adalet eder:


 


Birincisi:
Hadîs-i Sahih ile sabit olan ziyaret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iyye
sû’-i istimal edildi. Gayr-ı meşru’ hâdiseler zuhura geldi. Hususan evliyaların makberlerine karşı hürmet ise, mana-yı harfî cihetiyle kalmadı; mana-yı ismî derecesine çıktı. Yani sırf Cenab-ı Hak hesabına, makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve manevî duasına mazhar olmak için olan meşru’ hürmetten ziyade, o kabir sahibini âdeta sahib-i tasarruf ve kendi kendine meded verecek bir kudret sahibi tasavvur edip âmiyane, cahilane takdis edildi. Hattâ o dereceye varmış ki; namaz kılmayanlar, o maruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritane hal, kadere fetva verdi ki; o muhribi onlara musallat etsin. Fakat o muhrib dahi onları ta’dil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp bilakis o da tefrit edip, köküyle kesmeye başladı. Elbette
‌اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللّٰهِ يَنْتَقِمُ بِهِ ثُمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ‌

kaidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.

İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbab-ı zahiriye, hakikî telakki ediliyor. İnsanlar esbaba yapışıyor. Eğer esbab-ı zahiriye bir âyine hükmünden çıkıp, nazar-ı dikkati kendine celbetse, tevhid-i hakikîye münafî olur.


 


İşte şu gafil, maddî asırdaki insanlar mütedeyyin de olsa, esbaba fazla sarılmalarına, hikmet-i şer’iye müsaade etmiyor. İşte buna binaen evliyanın ve eazım-ı İslâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyaretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye şu zamanda pek muvafık düşmediğinden; kader-i İlahî onu ta’dil etmek istedi ki, bunları musallat etti.


 


Üçüncüsü:
Şu asırda enaniyet o derece dizginini eline almış ki, çok insanlar birer küçük firavun ve birer küçük nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet ve bu mağrur ehl-i enaniyet nazarında kıyas-ı binnefs olarak, eazım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını hâşâ enaniyetle itham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalalet kendileri Allah’ı tanımadıkları için çok şeylere, çok zâtlara birer nevi rububiyet tahayyül ettikleri bir hengâmda ve sanemperestliğin başka bir nev’i olan heykelperestlerin ve suretperestlerin gayet müdhiş bir riyakârlık manasında olan şan ü şeref peşinde koştukları bir zamanda; eazım-ı İslâmiyenin türbelerine cahilane ve müfritane bir surette avamların takdis derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer’iye noktasında kader münasib görmedi ki, bu muhribleri Ehl-i Sünnet’e taslit etti. Onlarla ta’dil edecek.


 


Fakat Vehhabîlerin seyyiat ve tahribatlarıyla beraber medar-ı şükran bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahribkârane olan seyyiatlarına mukabil o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki: Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına tatbik-i harekete çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaydlık etmiyorlar. Güya dinin taassubu nâmına tecavüz ediyorlar. Başkalar gibi, dinin ehemmiyetsizliğine binaen şeair-i diniyeyi tahrib etmiyorlar. Hem Vehhabîlik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebiri içinde ya erir, ya itidale gelir. Çünki menbaı hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbaı hâriçte olsa idi, çok düşündürecekti


 


Matbu Osmanlıca Mektubat 524


 


 



28.Mektub 6.Risale olan 6.Mes’ele

1911 Şam Hutbesi Tarihçesi

1911 Şam Hutbesi Tarihçesi


Şam’a gelişi ve Câmi-i Emeviye’de muhteşem bir hutbe ile İslâm Âleminin dertlerini ortaya koyması ve hal çarelerini göstermesi…


1910 yılının kışında Diyarbakır‘dan Urfa‘ya gelen ve bir hafta kalan Bediüzzaman Hazretlerinin buradan Birecik‘e sonra Gaziantep‘e, sonra Kilis‘e, oradan da Halep ve 1911 yılının başlarında Şam’a gittiği biliniyor.


Bediüzzaman Saidi Kürdî ismiyle, şöhreti Şam ulemâsınca da duyulan Üstad Şam‘a vardığında, Salihiye Mahallesi Kasyon Dağı eteğinde medfun bulunan Mevlânâ Halid Hazretleri‘nin türbesi civarında bir yerde misafir kalmıştır.


1327 Rumî senesinin başı olan Mart ayı içinde yani 1911′in üçüncü ayı içinde, Şam ulemâsının ısrarıyle bir Cuma Hutbesini kendisinin okumasını teklif ederler. Bu ısrarlı teklif karşısında Bediüzzaman Hazretleri Emeviye Camii‘nin minberine çıkar ve ebediyen yaşıyacak olan manidar ve İslâm Âlemi’nin her zaman dersi olacak azim hutbesini Arapça olarak irad eder. O günü Emevî Camii çok mahşeri bir kalabalığa, sahne olur. Onbin insan ve içinde en az yüz ulemâ olan muazzam bir cemaat Bediüzzaman’ın irad ettiği hutbesini dinler.Bu hutbenin Arapça aslı fazla büyük ve uzun değildir. Orta boy yirmi üç sahifeliktir.


Şam Hutbesinin Arapçasının, Şam’da bir hafta içerisinde iki defa basıldığı yazılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri Şam’dan İstanbul’a döndüğünde de iki defa basılmıştır. Elde bulunan ikinci baskısı 1912′de İstanbul Ebuzziya Matbaasında, Teşhis’ül İllet isimli zeyli olan milliyet ve din mevzuunu mukayese eden risaleyle birlikte basılmıştır.Şam’dan İstanbul’aHazreti Bediüzzaman, İslâm aleminin mühim bir merkezi olan Şam’da fazla durmadan İstanbul’da hükûmette mühim mevkiler işgal eden hamiyetperver Ahrarlara gidip tekrar Medresetüz Zehra‘sının, fiile çıkmayan tasavvurunu fiile çıkarmak üzere, 1911 yılı baharı sonunda İstanbul’a tekrar gider.


Böylece 1910 yılının İlkbaharında Bediüzzaman’ın İstanbul’dan ayrılıp Şark’a gitmesi vaki’ olduğu gibi, 1911‘in İlkbaharında da, yani tam bir sene sonra tekrar İstanbul’a dönüşü gerçekleşmiştir.


İstanbul’a geldiğinde Sultan Reşad’ın cülûsü hümayunu (tahta geçiş günü) olan 27 Nisan 1911‘deki ikinci senei devriyesi merasimine katılır.


Hutbe-i Şamiyyenin Türkçe’ye Çevrilmesi


Bu tarihten Otuz sene sonra, yani 1951′de onun müellifi tarafından Arapça Hutbei Şamiye, Türkçeye tercüme edilerek genişletildi. Ve Osmanlıca olarak teksir makinasiyle, müellifin bir kısım eski makale ve nutukları da eklenerek bir kaç defa çoğaItıldı. 1952′de müellifin kardeşi Molla Abdülmecid tarafından bu geniş şekliyle olan Hutbei şamiye Türkçe’den Arapçaya tercüme edilerek Türkiye’de, Suriye’de ve Mısır’da bir kaç defa  basıldı. 1973 senesinde de Asım Hüseynî tarafından Türkçesinden yeniden Arapça’ya güzel bir üslûb ile tercüme edildi. Ve birkaç kez basıldı. İşte Hutbei Şamiye‘nin tarihçesi…


(Mufassal Tarihçe-i Hayat’tan telhisen alınmıştır.)


 


 





1911 Şam Hutbesi Tarihçesi

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Leyle-i Kadr

İnsanlarda (veli), cum’ada (dakika-i icabe), ramazanda (leyle-i kadir), esma-ül hüsnada (ism-i a’zam), ömürde (ecel) meçhul kaldıkça,sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir.


LEYLE-İ KADR 30.10.05


LEYLE-İ KADR: Kadir gecesi. Ramazân-ı mübârekin ve senenin en kudsi ve kıymetli gecesi. Kur’ân âyetlerinin ilk defa vahiy ile gelmeye başladığı gece.


İnsanlarda (veli), cum’ada (dakika-i icabe), ramazanda (leyle-i kadir), esma-ül hüsnada (ism-i a’zam), ömürde (ecel) meçhul kaldıkça,sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir.


Taayyün ettikçe, sairleri rağbetten düşer. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye müreccahtır. Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiğinden mübhemde nefsi kandırır. Muayyende ise, yarısı geçtikten sonra darağacına tedricen takarrüb gibidir. S 16 p2


Aziz, sıddık kardeşlerim!


 Evvelâ:Rivayat-ı sahiha ile Leyle-i Kadr’i nısf-ı âhirde,hususan aşr-ı âhirde arayınız.” ferman etmesiyle, bu gelecek geceler, seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyle-i Kadr’in gelecek gecelerde ihtimali pek kavî olmasından istifadeye çalışmak,böyle sevablı yerlerde bir saadettir. Şualar 509 p2


 


Aziz, sıddık kardeşlerim!


 Evvelâ: Bu aşr-i âhir-i Ramazan’da her gece,hususan tek gecelerde Leyle-i Kadr’in bulunmak ihtimali kuvvetli olduğunu hadîs-i şerif ferman ediyor. Onun için Nurcular, o nur-u a’zamdan istifadeye çalışmak gerektir. Emirdağ Lahikası I 245 p1


 


Aziz, sıddık kardeşlerim!


 Evvelâ:Hadîs-i şerifin sırrıyla Ramazan-ı Şerif’in nısf-ı âhirinde, hususan aşr-ı âhirde, hususan tek gecelerde, hususan yirmiyedisinde; seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandırabilen Leyle-i Kadr’in ihyasına ve herbiriniz umum Nur talebeleriyle beraber, hususan bu bîçare çok kusurlu, hasta, zaîf kardeşinizi hissedar etmenizi ve herbirinizin dualarınızın binler manevî âmînlerin teyidiyle dergâh-ı İlahîde kabul olmasını rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.   Emirdağ Lahikası II 21 p1


 


Aziz, sıddık kardeşlerim!


 Evvelâ: Yarın gece Leyle-i Kadir olmak ihtimali çok kuvvetli olmasındanbir kısım müçtehidler o geceye Leyle-i Kadr’i tahsis etmişler. Hakikî olmasa da,madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor. İnşâallah hakikî hükmünde kabule mazhar olur. Şualar 510 p1


 


            Aziz, sıddık kardeşlerim!


 


Âlem-i İslâm’da Leyle-i Kadir telakki edilenbu Ramazan-ı Şerifin yirmiyedinci gecesindebir nevi tesemmüm ile şiddetli bir mide hastalığı içinde sinirlerimi ve vicdan ve kalbimi istilâ eder gibi bir diğer dehşetli hastalık hissettim. Bu maddî ve manevî iki dehşetli hastalık içerisinde şefkat hissi ile bütün zîhayatların elemleri hatıra geldi. Şahsî hastalığımdan daha ziyade elîm bir halet-i ruhiyeyi hissettim. Bununla beraber seksen küsur seneye varan ömrümün sonunda seksen sene manevî bir ibadeti kazandıran en son Leyle-i Kadre lâyık çalışamıyacağım diye, sâbık iki dehşetli hastalıktan daha şiddetli hazîn bir me’yusiyet içinde asaba gelen ve nefs-i emmarenin vazifesini gören bir elîm his beni ezdiği aynı zamanda Âyet-i Hasbiyenin bir sırrı imdadıma yetişti. Bu üç hastalığı izale edip Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, hilaf-ı me’mul bir tarzda dayandım. Bu üç hastalığıma da böyle üç merhem sürüldü:


Maddî hastalığım -Hastalar Risalesi’nde isbat edildiği gibi- bir saat hastalık,sâbir ve mütevekkil insanlara, hiç olmazsa on saat ibadet ve Leyle-i Kadir’de ise daha ziyade ibadet hükmüne geçtiğigibi, benim de bu Leyle-i Kadir’deki hastalığım, iktidarsızlığımla yapamadığım Leyle-i Kadir’deki hizmetin yerine geçmesi ile, tam şifa verici bir merhem oldu… Emirdağ Lahikası II 189 p2


 


…Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mal, bire bindir.Kur’an-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin, on değil bin ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum’alarında daha ziyadedir.Ve Leyle-i Kadir’de otuzbin hasene sayılır. Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!


 


İşte Ramazan-ı Şerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılât için, gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünema-i a’mal için, bahardaki mâh-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir Mektubat 401 p son


Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunuNass-ı Kur’an gösteriyorLemalar 17 p son


 


…kırk vecihle mu’cize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgari olarak on sevab ve on hasene ve bazan onbin ve bazan Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfine otuzbin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dır. Bu makamda ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur ve hiçbir kimse gösteremez…Lemalar 225 p son


 


…İnsafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri hattâ muhal bir mübalağa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir. Meselâ: “Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.” “Sure-i İhlas sülüs-ü Kur’an”, “Sure-i İza Zülziletil-ardu, rubu’” “Sure-i Kul ya eyyühel-kâfirûn rubu’”, “Sure-i Yâsin on defa Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: Şu muhaldir. Çünki Kur’an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur.


 


Elcevab: Hakikatı şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir.Fazl-ı İlahîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yediyüz (Âyet-ül Kürsî harfleri gibi), bazan binbeşyüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazan onbin (Leyle-i Berat’ta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuzbin (meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil işaretiyle,bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır. İşte Kur’an-ı Hakîm, tezauf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevab ile bazı surelerle müvazeneye gelebilir.


Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit birtek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkeza kıyas et.


Şimdi Kur’an-ı Hakîm’i nuranî, mukaddes bir mezraa-i semaviye tasavvur ediyoruz. İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir.Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sure-i Yâsin, İhlas, Fatiha, Kul ya eyyühel-kâfirûn, İza zülziletil-ardu gibi sair faziletlerine dair rivayet edilen sure ve âyetlerle müvazene edilebilir. Meselâ: Kur’an-ı Hakîm’in üçyüzbin altıyüzyirmi harfi olduğundan, Sure-i İhlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmışdokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sure-i İhlas’ın herbirharfinin haseneleri, binbeşyüze yakındır. İşte Sure-i Yâsin’in hurufatı hesab edilse, Kur’an-ı Hakîm’in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerif’in herbir harfi takriben beşyüze yakınsevabı vardır. Yani o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar latif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın. Sözler 346 p1


…Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk edenşirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle herbir hakikî sadık şakirdi; binler diller ile, kalbler ile dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerif’teki hakikat-ı Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvî hakikatları, yüzbin el ile aramaktır. İşte bu gibi netice içindir ki; Risale-i Nur şakirdleri, hizmet-i nuriyeyi velayet makamına tercih eder; keşf ü keramatı aramaz; ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, “Vazifemiz hizmettir. O yeter” derler.


Ve sâniyen: Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı Şerif’in mecmuunda gizlenen hakikat-ı Leyle-i Kadri kazanmak için,Risale-i Nur şakirdlerinin şirket-i maneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, herbiri mütekellim-i maalgayr sîgasıyla اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْلَنَا  gibi tabiratta biz dedikleri vakit, Risale-i Nur’un sadık şakirdlerini niyet etmek gerektir. Tâ herbir şakird, umumun namına münacat edip çalışsın. Ve bu bîçare ve az çalışabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeşinize, o hüsn-ü zanları yanlış çıkarmamak için, geçen Ramazan gibi yardımınızı rica ediyorum. Kastamonu Lahikası 263 p4


 


Aziz, sıddık kardeşlerim!


 Bu parça hem Lâhika’ya, hem İ’caz-ı Kur’an’ın âhirine yazılacak. Birkaç gün sonra ehemmiyetli bir parçayı da göndereceğiz.


Mübarek Ramazan’ın Leyle-i Kadir sırrıyla,seksenüç sene bir ömr-ü manevî kazandırması sırr-ı hikmetiyleve Risale-i Nur’un şakirdlerindeki sırr-ı ihlasla tesanüd ve iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturuyla herbir sadık şakird, o fevkalâde manevî kazancı elde edeceğine gayet kuvvetli bir delili budur ki: Bu daire içinde kırkbin, belki yüzbin hâlis, hakikî mü’minlerin içinde hakikat-ı Leyle-i Kadr’i elde edecek bir-iki, on-yirmi değil, belki yüzlerin elde etmesi ihtimali kavîdir.


Sırr-ı ihlasla ve iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturunun sırrıyla biz ve siz bu hakikata müteveccihen, bu Ramazan-ı Şerif’te herbirimiz umumun hesabına ve umum arkadaşları içinde kendini farzedip,nun-u mütekellim-i maalgayr, yani daima


اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْلَنَا وَوَفِّقْنَا وَاهْدِنَا وَاجْعَلْ لَيْلَةَ الْقَدْرِ فِى هَذَا الرَّمَضَانَ خَيْرًا فِى حَقِّنَا مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ


gibi kelimelerde نَاiçindeumum kardeşlerini niyet etmektir. Ve bilhassa en zaîf olan bu kardeşinizi, ağır vazifesinde o hususî niyetle yardım etmektir. Kastamonu Lahikası 181 p1


 


Aziz, sıddık kardeşlerim!


Evvelâ: Bütün ruh u canımla mübarek Ramazanınızı tebrik ederim. Ve o mübarek şehirde ettiğiniz duaların, Cenab-ı Hak yanında makbul olmasını Erhamürrâhimîn’den niyaz ederim.


Sâniyen: Bu seneki Ramazan-ı Şerif hem Âlem-i İslâm için, hem Risale-i Nur şakirdleri için gayet ehemmiyetli ve pek çok kıymetlidir. Risale-i Nur şakirdlerinin iştirak-i a’mal-i uhreviye düstur-u esasiyeleri sırrınca, herbirisinin kazandığı mikdar, her bir kardeşlerine aynı mikdar defter-i a’maline geçmesio düsturun ve rahmet-i İlahiyenin muktezası olmak haysiyetiyle, Risale-i Nur dairesine sıdk ve ihlas ile girenlerin kazançları pek azîm ve küllîdir. Herbiri, binler hisse alır. İnşâallah emval-i dünyeviyenin iştiraki gibi inkısam ve tecezzi etmedenherbirisine aynı, amel defterine geçmesi; bir adamın getirdiği bir lâmba, binler âyinelerin herbirisine aynı lâmba inkısam etmeden girmesi gibidir. Demek Risale-i Nur’un sadık şakirdlerinden birisi, Leyle-i Kadr’in hakikatını ve Ramazan’ın yüksek mertebesini kazansa, umum hakikî sadık şakirdler sahib ve hissedar olmak, vüs’at-ı rahmet-i İlahiyeden çok kuvvetli ümidvarız. Kastamonu Lahikası 94 p1


 


Aziz, sıddık kardeşlerim!


Evvelâ: Seksen küsur sene ibadetli bir ömr-ü bâkiyi temin eden Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ve her gecesi bir nevi Leyle-i Kadir hükmünde hakkımızda menfaatdar olmasını niyaz ederiz. Ve teşrik-i mesaî sırrıyla ve her has Nurcu, umum Nurcuların manevî kazancına hissedar olmasıyla, manen binler dil ile ibadet ve dua ve istiğfar ve tesbihat yapmağa hakikî uhuvvet ve ihlas ile mazhariyetinizi rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz ve öyle de ümid ediyoruz. Emirdağ Lahikası II 17 p3


Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve gelecek Leyle-i Kadr’i herbir Nurcu hakkında seksen üç sene ibadetle geçmiş bir ömür hükmüne geçmesini hakikat-ı Leyle-i Kadr’i şefaatçi ederek rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.Emirdağ Lahikası I 244 p son


 


Birinci Sualiniz: Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?


Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünki bazı şerait dâhilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir. Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur. Hem


  بِظَهْرِ الْغَيْبِyani “gıyaben ona dua etmek”; hem hadîste ve Kur’anda gelen me’sur dualarla dua etmek. Meselâ:


 


اَللَّهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ الْعَفْوَ وَ الْعَافِيَةَ لِى وَ لَهُ فِى الدِّينِ وَ الدُّنْيَا وَ اْلاۤخِرَةِ


 


رَبَّنَا اۤتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى اْلاۤخِرَةِ حَسَنَةً وَ قِنَا عَذَابَ النَّارِ 


 


gibi câmi’ dualarla dua etmek; hem hulûs ve huşu’ ve huzur-u kalb ile dua etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem mevâki’-i mübarekede, hususan mescidlerde; hem Cum’ada, hususan saat-ı icabede; hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede; hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmekkabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me’muldür. O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.Mektubat 279 p1


ص


 



 



 



Leyle-i Kadr